Yaşamak, çoğu zaman sadece nefes almakla karıştırılır. Oysa yaşam, bir var olma mücadelesidir; ruhun ait olduğu yeri arayışıdır. İnsan, yalnızca doğduğu yere değil, beslendiği değerlere, kendini gerçekleştirebildiği alanlara ve huzur bulduğu ilişkilere aittir. Ait olmadığı bir yerde tutunmaya çalışmaksa, zamanla insanın özünü aşındırır; tıpkı güneş görmeyen bir dalın solması gibi.
Modern hayat bireyi pek çok yere sürükler. Kariyer, statü, konfor, alışkanlıklar veya korkular nedeniyle kaldığımız yerlerin çoğu aslında bizim için uygun değildir. Ama kalırız. Çünkü “uyum sağlamak” adına susturmayı öğrendiğimiz bir iç ses vardır: Oraya ait olmadığımızı fısıldayan, ama çoğunlukla görmezden geldiğimiz ses. Zamanla bu fısıltılar kesilir; çünkü bastırılan ruh yorulur. Ve insan, kim olduğunu unutarak bir hayatta “var” olmaya devam eder; fakat “yaşamak” kavramı içi boş bir kavrama dönüşür.
Bunun bir diğer boyutu, bireyin karakteriyle çevresi arasındaki çatışmadır. İyi niyetli, duyarlı ve vicdan sahibi biri, toksik ilişkilerde ya da yozlaşmış sosyal yapılarda daima yabancı görülür. Bazı ortamlarda haklı olmak değil, güçlü olmak önemlidir. Bazı çevrelerde erdemli olmak bir meziyet değil, bir zaaf gibi değerlendirilir. Ve insan, ne kadar doğruysa, o kadar dışlanır. Çünkü kötülüğün hüküm sürdüğü yerlerde iyilik, sessiz bir tehdittir.
İşte bu noktada psikoloji devreye girer. Bireyin bulunduğu ortamla kurduğu ilişki, onun içsel dengesiyle doğrudan bağlantılıdır. Ruh sağlığının temel bileşenlerinden biri olan “anlamlı yaşam” ancak bireyin değerleriyle uyumlu bir yaşam sürebilmesiyle mümkündür.
Viktor Frankl’ın varoluşçu analizlerinde ifade ettiği gibi, anlam bulamayan insan önce sıkılır, sonra yabancılaşır, ardından çürür. Bu çürüme, ne yazık ki fiziksel değil; daha çok duygusal, ahlaki ve zihinsel düzeyde gerçekleşir.
Toplumlar da bireyleri gibi, anlam arayışındadır. Ancak bir toplum, farklılıkları tehdit olarak gördüğünde; iyiyi, doğruyu ve vicdanı taşıyan bireyleri ya susturur ya da yalnızlaştırır. Bu yalnızlaştırma, çoğu zaman pasif bir şiddet biçimidir. Ve birey, ne kadar doğru yerde olursa olsun, kendini yanlış bir hikâyenin figüranı gibi hisseder.
Oysa çözüm karmaşık değil. Cesaretle başlar. Gitme cesaretiyle… İnsan kendini yıpratan, küçülten, anlamını yitirdiği yerlerden uzaklaşabildiğinde; sadece kendisini değil, yaşamın özünü de yeniden kazanır. Bazen güçlü olmak; kalmak değil, gitmeyi seçmektir. Bazen değerli olmak; anlaşılmak değil, kendi doğrularında ısrar etmektir.
Ruhun çürümediği yerler vardır. Orada maske takmanıza, susmanıza ya da kendinizi inkâr etmenize gerek yoktur. Çünkü orası, olduğunuz gibi kabul edildiğiniz yerdir. Ve orası bulunana dek yapılan her arayış, gerçek bir yaşam mücadelesidir.
Prof. Dr. Kürşat Şahin YILDIRIMER
YORUMLAR