Postmodern Kentte Yalnızlık, Yabancılaşma ve Psikolojik Çöküş…
“Köyde toprağı vardı insanın, kentte yalnız betona çarpan sesi kaldı.”
Modern kentler yükseldikçe, bireyin iç dünyasında bir çöküş yaşanıyor. Gökyüzüne uzanan plazalar, metrolarla birbirine bağlanan semtler, ışıklarla süslenmiş caddeler… Ve bütün bu görüntünün ortasında giderek küçülen, yalnızlaşan, görünmezleşen bir insan.
Kentleşme, ekonomik ve teknolojik gelişmeyi beraberinde getirse de; aynı zamanda duygusal yalnızlık, sosyal yabancılaşma ve kimlik dağılması gibi ciddi ruhsal sorunlara da zemin hazırlıyor. Özellikle büyük şehirlerde yaşayan bireylerde, “bir yere ait olamama” duygusu, sadece duygusal değil; aynı zamanda toplumsal bir soruna dönüşmüş durumda.
Şehir Var, Ama Mahalle Yok
Eskiden insanlar yaşadığı yeri sadece bir adres olarak değil, aynı zamanda bir bağ kurma mekânı olarak tanımlardı. Mahalle bakkalı, apartman komşusu, çocukların top oynadığı boş arsalar… Bugün bu bağların yerini kapalı devre kameralar, güvenlikli siteler ve ses geçirmeyen duvarlar aldı. Kent büyüdükçe, ilişkiler küçüldü.
Şehirde yaşamak, aynı anda milyonlarca insana yakın olmak ama kimseyle gerçekten bağlantı kuramamak demek. Sosyolog Richard Sennett’in dediği gibi, “şehir kalabalıklaştırır ama samimiyeti öldürür.”
Kentin Ruhu Yoksa, İnsan Da Kök Salamaz
Kentler artık yalnızca barınma alanları değil; hızın, rekabetin ve tüketimin merkezleri. Gün içinde birden fazla kimliğe bürünmek zorunda kalan birey, sabah metroda bir yolcu, öğlen ofiste bir çalışan, akşam evde bir ebeveyn, gece sosyal medyada bir karakter haline geliyor.
Bu kimlik parçalanması, bireyde benlik bütünlüğünü tehdit ediyor. Özellikle genç yetişkinlerde görülen “kendini bulamama”, “yabancılaşma” ve “ben kimim?” soruları, bu çoklu ve yüzeysel kent deneyiminin psikolojik çıktıları olarak karşımıza çıkıyor (Erikson, 1968).
Göçmenler, Yeni Yoksullar, Yalnız Çocuklar
Modern kentler, farklı geçmişlerden gelen milyonlarca insanı bir araya getiriyor. Ancak bu birliktelik, her zaman bir bütünlük üretmiyor. Özellikle kent çeperlerine sıkışmış göçmenler, ekonomik olarak sistemin içinde ama sosyal olarak dışında kalan yeni yoksullar, ve evin içinde bile yalnız bırakılmış kent çocukları…
Bu üç grup, modern şehirleşmenin ruhsal olarak en çok yıprattığı birey profilleridir.
• Göçmenler, fiziksel olarak kentte yaşasalar da kültürel olarak “evsiz”dir.
• Yeni yoksullar, görünürlükleri yok sayılan ekonomik aktörlerdir.
• Yalnız çocuklar, ekranlarla büyüyen, sevgisizliğe programlanan kuşaktır.
Kent, bu bireyler için bir barınma alanı olabilir, ama çoğu zaman bir “ait olma” mekânı değildir.
Betonun Ortasında Duygusal Erozyon
Kent yaşamı, doğayla olan bağımızı da büyük ölçüde kopardı. Toprağa basmadan büyüyen çocuklar, gün ışığı görmeyen ofislerde çalışan yetişkinler ve uyaran bombardımanı altında yaşayan zihinler… Tüm bu yapaylık içinde ruhsal direnç azalıyor. Stres, anksiyete, tükenmişlik, uyku bozuklukları ve depresyon modern kentin ruhsal faturasını oluşturuyor.
Şehirlerde hızla artan psikiyatri başvuruları, yalnızca bir “bireysel rahatsızlık” değil; toplumsal düzenin ruhsal alarmıdır.
Ne Yapmalı?
Kent yaşamı kaçınılmaz olabilir. Ancak kent, insanı yutan bir dev değil; insanla birlikte nefes alan bir organizma haline getirilebilir. Bunun için:
1. Mikro bağlar yeniden güçlendirilmelidir. Komşuluk, mahalle dayanışması, apartman kültürü gibi mikro topluluklar desteklenmelidir.
2. Kamusal alanlar psikolojik güvenliğe duyarlı şekilde düzenlenmelidir. Sadece otopark değil; park, bahçe, yürüyüş yolları ve sosyalleşme alanları çoğaltılmalıdır.
3. Kent yoksulluğu ile psikolojik sağlığı birlikte ele alan sosyal politikalar geliştirilmelidir. Ruh sağlığı merkezleri, ücretsiz danışmanlık noktaları, göçmen destek ofisleri kurulmalıdır.
4. Kentli bireyin ruhsal ihtiyaçları tanınmalıdır. Şehir planlamasında sadece ekonomik değil, psikolojik veriler de dikkate alınmalıdır.
? Son Söz:
Modern kentler; eğer insanı merkeze almazsa, birer “ruhsal mezarlık” haline gelir. Şehir sadece yollar, binalar ve teknolojiden ibaret değildir. Şehir, aynı zamanda bir duygudur, bir bağdır, bir hafızadır.
Unutmayalım:
Kent büyüdükçe insan küçülüyorsa, o şehirde eksik olan bir şey vardır. O da “insan ruhunun izi”dir.
Prof. Dr. Kürşat Şahin YILDIRIMER
YORUMLAR