Zaman, insan ruhunun en derin katmanlarını bile aşındırabilecek bir hızla akıyor. Göz açıp kapayıncaya kadar geçen günlerde, ardımızda suskunluklar biriktiriyoruz. Yorgun düşmüş bedenlerimiz, zihinsel ve duygusal bir tükenmişliğe sürükleniyor. Ve hep bir yerlere yetişme telaşıyla geçen anlarda, en temel ihtiyaçlarımızdan biri göz ardı ediliyor: Anlaşılma arzusu.
Bugünün insanı, hiç olmadığı kadar çok sesin ve görüntünün içinde boğuluyor; ama aynı oranda yalnızlaşıyor. Her gün, onlarca mesaj, yüzlerce içerik tüketiyoruz; fakat derinlikli, sahici bir temasın yoksunluğunu içimizde büyütüyoruz.
Modern psikoloji bize şunu gösteriyor:
Anlaşılmama hissi, insanın duygusal bütünlüğünü zedeleyen en güçlü duygusal yüklerden biridir (Baumeister & Leary, 1995). Sosyal ilişkilerde yüzeyselleşme arttıkça, bireyler kendi duygusal gerçekliklerine yabancılaşıyor. Duygular konuşulamıyor, anlam bulamıyor; dolayısıyla bireyin iç dünyası daha da kapanıyor.
Bu kapanmanın temel nedenlerinden biri de performans kültürünün dayattığı yaşam biçimi. Sürekli daha fazlasını yapmak, daha hızlı olmak ve hep “yetmek” zorunda hissetmek… Bu bitmek bilmeyen yarış, bireyin kendi iç sesini duymasına bile fırsat bırakmıyor.
Bir diğer etken ise duyguların değersizleştirilmesi. Güçlü görünme zorunluluğu, kırılganlıklarımızı perdelememize neden oluyor. Oysa gerçek bağlantılar ancak duygusal açıklıkla kurulabilir. Ne var ki, böyle bir zeminin oluşmasına modern yaşam pek izin vermiyor.
Dijitalleşme ise durumu daha da karmaşıklaştırıyor.
Sanal mecralarda kurulan ilişkiler, gerçek temasın yerini almış gibi görünse de, derin bağlanmanın yerini yüzeysel onay döngülerine bırakıyor. Böylelikle, “bağlantıdayız” yanılsaması altında giderek daha da izole hale geliyoruz (Turkle, 2011).
Toplum bu dinamiklerle örülürken, her bir birey kendi suskunluğunun içinde kaybolmaya başlıyor. İş yerlerinde, aile ortamlarında, sosyal ilişkilerde… İnsanlar konuşuyor ama kimse kimseyi duymuyor.
Ve işte tam burada durup düşünmek gerekiyor: Bu sürdürülebilir bir hal mi?
Oysa unuttuğumuz bir hakikat var: İnsan en çok, anlaşılamadığı yerde tükenir.
Suskunluklarımız derinleştikçe iç dünyamızda yankılanan boşluk büyür. Yorgunluklarımız sıradanlaşır, koşuşturmamız bir kısır döngüye dönüşür. Ve en tehlikelisi, bu hali “normal” sanmaya başlarız.
Bir toplumun çöküşü, yüksek sesle değil, işte bu sessiz tükenişlerle başlar.
Şimdi kendimize şu soruyu sormanın tam zamanıdır:
Kaç insan bugün bizimle konuşmayı değil, bizi duymayı bekliyor? Kaç insanın suskunluğu aslında sessiz bir yardım çığlığı? Ve biz, bu çığlıkların farkında mıyız?
Prof. Dr. Kürşat Şahin YILDIRIMER
YORUMLAR