İlişkiler, bireyin benliğiyle bir başkasının varlığı arasında kurulan ince bir denge oyunudur. Ancak bu oyunda en sık karşılaşılan sorunlardan biri, partneri kendine çeken özelliklerin zamanla tehdit gibi algılanmasıdır.
Birey, partnerinin özgünlüğüne hayranlık duyarak ilişkiye başlar; fakat zaman içinde hayranlık duyduğu bu özellikleri törpülemek, hatta ortadan kaldırmak ister. Bu çelişki, ilişkilerdeki en temel çatışmalardan birine işaret eder:
“Seni olduğun gibi sevdim, ama artık benim istediğim gibi olmalısın.”
Psikolojik literatürde bu durum, ideal benlik ile gerçek benlik arasındaki uyumsuzluk ve sahip olma güdüsüyle şekillenen aşk algısı üzerinden değerlendirilebilir. İnsanlar, sevdiklerini şekillendirme hakkını kendilerinde bulduklarında, aslında bir tür güç ilişkisi kurarlar.
Partnerin bireyselliği yerine, ilişkinin işleyişine ve kendi konforuna uygun bir “versiyon” yaratılmaya çalışılır. Bu ise, ilişkinin doğasında var olan eşitliği ve karşılıklı kabulü zedeler.
Sıklıkla karşılaşılan bir örnek üzerinden ilerleyelim: Bir kadın, erkeğin cesur ve dışa dönük mizacına hayran kalır. Fakat bir süre sonra bu dışa dönüklük kıskançlıkla karışır; artık bu özellik, “fazla ilgili”, “fazla sosyal”, hatta “fazla özgür” olarak etiketlenmeye başlanır. Aynı şekilde, bir erkek partnerini bağımsız, güçlü ve ayakları üzerinde duran bir kadın olarak seçebilir; fakat ilişkinin ilerleyen evrelerinde bu güç, “mesafe koyma”, “duygusal soğukluk” ya da “kontrolsüzlük” gibi yorumlanabilir. Sevgi, bu noktada dönüştürücü değil, kısıtlayıcı bir müdahaleye dönüşür.
Bağlanma kuramı çerçevesinde bakıldığında, bu tutumların altında çoğu zaman bireyin kendi duygusal güvensizlikleri, erken dönem bağlanma travmaları ve yetersizlik algısı yatar. Partnerin özgünlüğü, bireyin kontrol edemediği bir alanı temsil eder. Bu nedenle, sevgi adı altında bir “düzenleme” çabası başlar.
Oysa sağlıklı bir ilişki, bireyin kendisi olarak kabul edildiği ve değiştirilmek yerine anlaşıldığı bir alan olmalıdır.
İlişkiler, iki bireyin karşılıklı olarak birbirlerinin sınırlarına ve farklılıklarına saygı gösterdiği bir birliktelik modeliyle sürdürülebilir. Değişim, ancak kişinin kendi içsel isteğiyle ve ortak evrimsel süreçle mümkündür. Zorla yapılan her müdahale, partnerin benliğini tehdit eder ve duygusal bağda çözülmeye yol açar.
Sonuç olarak, aşkın başlangıcında hayranlıkla bakılan özelliklerin, zaman içinde değiştirilmek istenmesi; bireyin kendi duygusal sınırlarıyla yüzleşememesi ve partnerini “konfor alanına” sığdırma arzusudur. Bu durum, ilişkinin özünü bozar. Gerçek sevgi, karşındakini olduğu haliyle görebilmek ve onu kendi öz iradesiyle birlikte var olmaya teşvik edebilmektir.
Çünkü sevmek, değiştirmek değil; değişime alan tanımaktır.
Ve belki de en çetin soru şudur:
Birini gerçekten sevmek mi istiyoruz, yoksa sadece bize ait olduğunu sandığımız birine hükmetmenin rahatlığını mı arıyoruz?
Prof. Dr. Kürşat Şahin YILDIRIMER
YORUMLAR