Modern toplumlarda evlilik, yalnızca iki bireyin bir araya gelmesi değil; aynı zamanda sosyal normlara, ekonomik dengeye ve kültürel beklentilere verilen kolektif bir cevaptır. Ne var ki, zamanla içi boşalan, duygusal bağların tükendiği, ancak dışarıdan hâlâ “birliktelik” gibi görünen evliliklerin sayısı giderek artmaktadır. Bu tür birliktelikler, aslında “yaşanan bir hayat” değil, “istenmeyen ama katlanılan bir hayatın” temsilidir. Peki neden insanlar, tükenmiş evliliklerde kalmayı tercih eder?
Kayıp Ama Henüz Töreni Yapılmamış Bir İlişki
Bitmeyen ama sürmeyen evlilikler, psikolojik literatürde “duygusal boşanma” olarak tanımlanır. Bu evliliklerde çiftler birlikte yaşamaya devam ederken; paylaşım, yakınlık ve empati çoktan kaybolmuştur. Ortada bir bağ yoktur; yalnızca alışkanlıklar, çocuklar, ekonomik kaygılar ya da “elâlem ne der?” düşüncesi vardır. Bu noktada evlilik, bir duygusal birliktelik olmaktan çıkar, yalnızca fiziksel bir varlık halini alır. Yani aslında bir “ilişki cenazesi” çoktan gerçekleşmiş, fakat kimse defin işlemini başlatmamıştır.
Toplumsal Roller ve Bastırılan Bireysellik
Sosyo-kültürel yapılar, bireylerin evlilikteki rollerini adeta bir görev tanımı gibi kodlar. Kadın “yuvayı kuran”, erkek “geçimi sağlayan” rolünü üstlenir. Bu rollerin içinde bireysel ihtiyaçlar ve duygusal tatmin ikinci plana itilir. Kadınlar “annelik” kimliğine, erkekler “sorumluluk” kimliğine sıkışır. Zamanla eşler, birey olmayı değil, rol yapmayı öğrenir. Bu durum yalnızca kişisel tükenmişlik yaratmaz, aynı zamanda çocuklar için de sağlıksız bir aile atmosferi oluşturur.
Psikolojik Bağlılık mı, Duygusal Rehinlik mi?
Bitiril(e)meyen evliliklerde en çok gözlenen durum, bireylerin ilişkide kalmayı bir “zorunluluk” olarak görmeleridir. Bu noktada psikoloji, “öğrenilmiş çaresizlik” kavramını devreye sokar. Kişi, mutsuz olduğunu fark eder ama bu mutsuzluğun kaderi olduğuna inanır. Değişim istemez çünkü değişimin maliyeti belirsizdir. Oysa asıl tehlike, ruhsal çözümsüzlüğün sıradanlaştırılmasıdır.
Ekonomik Kaygılar ve Toplumsal Baskı
Boşanma sonrası yaşamın getireceği ekonomik yük, özellikle kadınlar için ciddi bir engel olarak ortaya çıkmaktadır. Kadının ekonomik bağımlılığı, mutsuzlukla devam eden bir evliliğe mecbur kalmasına neden olur. Öte yandan, “boşanmış kadın” ya da “yuvasını koruyamamış erkek” olmak, hâlâ birçok toplumda damgalanma sebebidir. Bu nedenle, bireyler sosyal statülerini korumak adına içsel tükenmişliği görmezden gelir.
Evlilik Terapilerinde Görülen Ortak Noktalar
Klinik gözlemler, bu tür evliliklerde eşlerin sıklıkla duygularını ifade edemediklerini, iç dünyalarını partnerleriyle paylaşmaktan çekindiklerini göstermektedir. Sözde iletişim vardır ama içerik boştur. Partnerler birbirine aynadır ama o aynalarda yalnızca geçmişin hataları yansır. Gelecek, konuşulmaz bile. Duygusal bir boşlukta yaşanan bu evliliklerde en büyük ihtiyaç, “bireysel özgürlüğe” saygı duyan, sınırları net çizilmiş bir iletişim dilidir.
Sonuç Yerine: Cesaret mi, Kabulleniş mi?
Evlilik, yalnızca bir birlikte yaşama biçimi değildir; aynı zamanda iki bireyin özgünlüğünü koruyarak bir uyum yakalama çabasıdır. Ancak bu çaba tükendiğinde, asıl cesaret; sürdürmek değil, bitirebilmektedir. Ne yazık ki birçok birey, “yaşanmayan ama bitirilemeyen” evliliklerde ömrünü tüketiyor. Sorulması gereken asıl soru şu:
Bir ilişkiyi sürdürmek cesaret mi, yoksa aslında kabullenilmiş bir kaybın üzerini örtmek mi?
Belki de bazen en sağlıklı tercih, ilişkiye değil, kendimize sadık kalmaktır.
Prof. Dr. Kürşat Şahin YILDIRIMER
YORUMLAR