Hepimiz birer satıcıyız… Ama sattığımız şeyler para ile ölçülmüyor. Zaman, sabır, sevgi, hatta inanç… Peki, bu görünmeyen pazarda ruhumuzun etiket fiyatını kim belirliyor?
“Ruhumuzun Açık Artırması: Farkında Olmadan”
Bu cümle, ilk duyulduğunda öfke de yaratabilir, rahatsızlık da… Ama dürüst olalım: Hayatımızın her döneminde, kimi zaman isteyerek, kimi zaman mecburen, kendimizin bir parçasını pazara çıkarıyoruz. Zamanımızı, emeğimizi, fikirlerimizi… Bazen de sabrımızı, sevgimizi, hatta inançlarımızı.
Karl Marx, insan emeğinin kapitalist düzende bir metaya dönüştüğünü söylerken yalnızca ekonomik bir sürece değil, insana dair çok daha geniş bir dönüşüme işaret ediyordu. Pierre Bourdieu’nun “sembolik sermaye” dediği şey ise bu pazarın başka bir yüzü: Bilgimizi, statümüzü, görünüşümüzü ya da çevremizi, çoğu zaman farkında olmadan satışa çıkarırız. Karşılığında para, prestij ya da “ait olma” hissi kazanırız.
Psikiyatrlar bu tabloya başka bir gözle bakar.
Erich Fromm, modern insanın “satılmak üzere paketlenmiş bir meta” gibi hissettiğini söyler. Carl Jung ise “persona” dediği toplumsal maskelerin, başlangıçta bizi koruduğunu ama uzun vadede öz benliğimizle aramıza duvar ördüğünü anlatır.
Bir noktadan sonra, pazara sürdüğümüz tebessüm gerçekten bize mi ait, yoksa alıcının görmek istediği yüz mü, ayırt edemez hale geliriz.
Gerçek şu ki, hepimiz bir pazarlık masasında oturuyoruz. “Şu kadar zamanımı veririm, karşılığında güvenlik hissi alırım.” “Bu kadar sabrederim, karşılığında huzur bulurum.” Sorun, satmanın kendisinde değil; ne sattığımızı bilmeden, karşılığında ne aldığımızı sorgulamadan bunu yapmamızda.
Çünkü insan, bütünüyle kendini satarsa geriye hiçbir şey kalmaz. Ama hangi parçalarını, kime, ne karşılığında sunacağını seçerse; hem hayatta kalır hem de içindeki özü korur.
Belki de en büyük mesele, pazarlık bittikten sonra hâlâ aynaya bakabilmekte…
Prof. Dr. Kürşat Şahin YILDIRIMER
YORUMLAR