“Beden Susmaz: Bastırılan Duyguların Sessiz Çığlığı”
“Boş ver, ben idare ederim.”
Kulağa olgun, güçlü, hatta fedakâr geliyor değil mi?
Oysa bu cümlenin içinde sessiz bir intihar gizlidir.
Çünkü duygular bastırıldığında, beden konuşmaya başlar. Egzama, mide yanması, kas ağrısı, uykusuzluk… Hepsi, dile getirilemeyenin fizyolojik yankısıdır.
Bedenin Hafızası Unutmaz
Fransız sosyolog Pierre Bourdieu, insan bedenini “toplumun yazıldığı bir metin” olarak tanımlar. Yani beden, sadece biyolojik bir yapı değil; sosyal ilişkilerin, bastırılmış duyguların ve kültürel beklentilerin bir yansımasıdır.
Bir toplum, bireyden sürekli güçlü olmasını, “idare etmesini” bekliyorsa, o beden bir süre sonra bu yükü taşıyamaz. Bastırılan öfke karaciğeri, yutulan sözler boğazı, süpürülen üzüntüler mideyi bulandırır.
Bourdieu’nün “habitus” kavramı, tam da bunu anlatır: Yaşadığımız toplumun değerleri, bir noktadan sonra kaslarımızın gerilimine, nefesimizin ritmine, duruşumuzun şekline kadar iner.
Psikiyatri Ne Söyler?
Ünlü psikiyatrist Wilhelm Reich, “bedensel zırh” kavramını ortaya attığında şunu vurgulamıştı:
“İfade edilemeyen duygu, kaslarda donup kalır.”
Bu, sadece bir metafor değildir. Bastırılmış öfke omuzları sertleştirir, korku diyaframı sıkıştırır, suçluluk duygusu nefesi kısar. Reich’a göre insan, bastırdığı her duyguyla bedeninde bir katman daha zırh oluşturur. Bu zırh zamanla duygusal soğukluğa, ilişkisel mesafeye ve bedensel hastalıklara dönüşür.
Bugün psikosomatik tıp da aynı noktadadır: Duygusal bastırma, bedenin kimyasını değiştirir; kortizol artar, bağışıklık düşer. Beden “artık dayanamayınca” söze gelir.
Toplumsal Roller, Duygusal Tutsaklık
Sosyolog Arlie Hochschild, duygusal emeği anlatırken şunu söyler:
“Kadınlar, başkalarının duygularını yönetmeyi bir görev haline getirdikleri anda kendi duygularını kaybederler.”
Bu söz, sadece kadınlara değil, herkese bir uyarıdır. Toplum bize roller biçer: Güçlü ol, sakin ol, duygularını belli etme… Biz de “iyi evlat”, “iyi eş”, “iyi çalışan” olmak adına kendi iç dünyamızı sustururuz.
Sonunda Hochschild’in de dediği gibi, başkalarının mutluluğu için çabalarken kendi ruhumuzdan uzaklaşırız.
Ve bir gün, vücut usulca fısıldar:
“Herkesi mutlu etmeye çalışırken beni unuttun.”
Sonuç: Ruhun Fısıltısını Duyabilmek
Duygular bastırıldığında kaybolmaz; sadece yön değiştirir. Psikiyatrist Carl Gustav Jung bu konuda şöyle der:
Yani söyleyemediklerimiz, yaşayamadıklarımız, görmezden geldiklerimiz bir gün başka bir biçimde — bir hastalıkta, bir öfke patlamasında, bir yorgunlukta — karşımıza çıkar.
Bu yüzden ruh sağlığı, sadece terapinin ya da ilacın konusu değil; kendini duyabilme cesaretidir.
Kendinizi duymaktan korkmayın. Çünkü bedeninizin her ağrısında, ruhunuzun söze dökülmemiş bir hikâyesi vardır.
Ve bazen, iyileşmenin ilk adımı sadece şu cümleyi duyabilmektir:
“Artık seni hissediyorum.”
İnsanın ruhsal sessizliği, zamanla bedensel bir feryada dönüşüyor; çünkü söylenmeyen her cümle, bir yerlerde yaşamaya devam ediyor.
Bugünün insanı güçlü görünmeye çalışırken, içsel kırılmalarını saklıyor. Ama beden kandırılmıyor.
Belki de şimdi kendimize şu soruyu sormalıyız:
Ne zamandır “iyiyim” derken ağrıyor içimiz?
Ne zamandır başkalarını yaşatırken kendimizi yavaş yavaş tüketiyoruz?
Ve en önemlisi…
Ne zamandır kendi sesimizi duymamayı tercih ediyoruz?
Bir gün vücudunuz konuşmaya başladığında, artık sessiz kalamayacaksınız.
O gün geldiğinde, ona ne cevap vereceksiniz?
Prof. Dr. Kürşat Şahin YILDIRIMER
YORUMLAR