Toplumun en temel kurumlarından biri olan evlilik, yüzyıllardır sevgi, sadakat ve güven üzerine inşa edilmiş bir birliktelik olarak tanımlanır. Ancak sosyolojik gerçeklik, bu idealin her zaman karşılık bulmadığını acı bir şekilde gözler önüne seriyor.
Kadınlar, bir evliliği bitirirken çoğu zaman yalnızca “bir imza” atmaz; ruhlarının derinliklerinde onarılması güç yaralar açılır.
Çünkü kadınlar evliliklerini ya resmi olarak boşanarak ya da duygusal açıdan kalplerinin büyük bir parçasını geride bırakarak bitirirler. Ve her iki yol da aslında bir kaybın, bir vedanın sessiz çığlığıdır.
Alman sosyolog Max Weber, evliliği yalnızca bir duygusal bağ değil, aynı zamanda toplumsal bir sözleşme olarak ele alır. Ona göre modern toplumda evlilik, “aşkın büyüsünü” zamanla rasyonalizasyonun katı kalıpları içinde eriterek, mekanikleşen bir ilişkiye dönüşebilir.
Kadınların çoğu zaman evliliklerini sürdürürken “duygusal emek” yükünü tek başına taşımak zorunda kalması, bu mekanikleşmenin en acı yüzlerinden biridir.
Fransız sosyolog Émile Durkheim, evlilik kurumunun toplumsal dayanışmayı güçlendirdiğini söyler. Ancak bu dayanışmanın bozulduğu noktada bireyler “anomik boşluk” yaşar. Boşanma sürecindeki birçok kadın, yalnızca eşini değil; toplumun onlara yüklediği “ideal eş ve anne” rolünü de kaybetmiş gibi hisseder.
Bu, sosyolojik açıdan yalnızca bir ilişki kaybı değil, toplumsal kimlikten de kopuştur.
Anthony Giddens ise “aşkın saf ilişkisi” kavramıyla modern ilişkilerde karşılıklı tatmin ve duygusal uyumun önemine dikkat çeker. Ancak birçok kadın için evlilik, “saf ilişki” olmaktan çok, fedakârlığın tek taraflı bir gösterisine dönüşür. Yıllar boyunca duygusal olarak bitmiş bir evliliği sürdürürler, boşanma anı ise yalnızca çok önceden bitmiş bir ilişkinin resmi olarak sona ermesidir.
Ne var ki toplum, bu kırık kalbin arkasındaki sessiz çığlığı görmezden gelir ve yalnızca “boşandı” diyerek geçer gider.
Evliliklerin perde arkasında gördüğüm çıplak gerçek şudur:
Kadınlar, evlilikte sevdiklerinden değil, çoğu zaman kendi benliklerinden vazgeçerek ayakta kalmaya çalışır. Ancak ruhlarının yorgunluğu bir noktada taşar ve bir seçim yapmak zorunda kalırlar: Ya bir imzayla ayrılırlar ya da ruhlarının büyük bir kısmını geride bırakıp “devam ediyormuş gibi” yaşarlar.
Boşanma istatistikleri bu gerçeği sayılarla gösterir, ancak kadınların kalplerindeki sessiz kayıpları hiçbir istatistik tam olarak anlatamaz.
Belki de asıl sorun, evliliğin bir “mutluluk kurumu” olmaktan çıkıp bir “dayanıklılık testi”ne dönüşmesidir. Kadınların ruhlarını tüketmeden sevebileceği, varlığını feda etmeden var olabileceği evlilikleri kurmak, yalnızca bireylerin değil, tüm toplumun sorumluluğudur. Çünkü bazen bir evlilik biterken yalnızca bir ilişki değil, bir kadının kendine olan inancı da sessizce yıkılır.
Kadınların duygusal emeği görünmez kılındıkça, sessiz çığlıklar artmaya devam ediyor. Oysa her kadın, sevildiği kadar değer gördüğü, emek verdiği kadar destek bulduğu bir ilişkiyi hak ediyor. Bu nedenle toplum olarak susmak yerine dinlemeyi, yargılamak yerine anlamayı öğrenmeliyiz.
Ve unutmamak gerekir ki, boşanma yalnızca hukuki bir süreç değil; çoğu zaman ruhsal bir travmadır. Kadınların bu süreçte psikolojik destek alabilmesi, yeniden kendilerini bulmaları için en önemli adımdır. Çünkü yarım kalmış kalplerin tamamlanması, bazen tek başına değil, doğru bir destekle mümkün olur.
Peki, kadınların kalbi neden hep eksik kalıyor; aşk mı yetmiyor, evlilik mi yoruyor, yoksa toplum mu susuyor?
Her boşanma, yalnızca bir evliliğin sonu mu, yoksa yıllarca duyulmayan çığlıkların sessiz bir isyanı mı?
Ve en önemlisi, bir gün kadınlar evlilikten “yarım değil, tamamlanmış” çıkabilecek mi?
Prof. Dr. Kürşat Şahin YILDIRIMER
YORUMLAR