Hiçbir savaş bu kadar sessiz, hiçbir kayıp bu kadar görünmez olmamıştı: Modern çağ, insan ruhunu hedef tahtasına koyuyor.
Toplumun kalabalıkları arasında görünmez bir savaş sürüyor. Ne top sesleri var, ne duman, ne de cephe hattı… Ama kayıplar ağır. İnsanlar, ruhlarının derinliklerinde yara alıyor; kimlikleri sessizce parçalanıyor. Modern çağın en büyük paradoksu, özgürleştiğimizi sanarken aslında kişiliğimizin kuşatma altına alınması.
Günümüzde kişilik bozuklukları yalnızca bireysel bir sorun değil; toplumun bilinçli ya da bilinçsiz şekilde ürettiği, beslediği ve normalleştirdiği bir krize dönüşmüş durumda. Psikologlar ve sosyologlar, bu görünmez savaşın etkilerini rakamlara dökmeye çalışırken, aslında en büyük kayıp ölçülemeyen bir yerde yatıyor: İnsan ruhunun sessiz çığlığında…
Modern dünyanın hızla değişen dinamikleri, sadece teknoloji ve ekonomi alanında değil, insan ruhunun en derin katmanlarında da ciddi dönüşümlere neden oluyor. Günümüzde toplumsal yapının en çok tartışılan konularından biri, kişilik bozukluklarının yalnızca bireysel bir rahatsızlık değil; sistematik olarak hedef alınan, şekillendirilen ve kimi zaman tetiklenen bir sorun haline gelmesidir.
Toplum artık sadece bireyleri yetiştirmiyor, aynı zamanda onları yeniden tasarlıyor.
Ünlü sosyolog Erving Goffman, bireyin toplum karşısında sürekli bir “rol oynama” durumunda olduğunu belirtir. Ona göre modern yaşam, bireyi gerçek benliğini maskeleyerek toplumsal beklentilere uygun bir persona sergilemeye zorlar.
Ancak günümüzde bu durum daha ileri bir boyuta taşınmış durumda: İnsanlar sadece rollerine sıkışmıyor, kişiliklerinin temel taşları da dijital kültür, tüketim baskısı ve sürekli başarı zorunluluğu ile yeniden şekillendiriliyor.
Fransız sosyolog Michel Foucault ise modern toplumların insan üzerinde görünmez bir iktidar kurduğunu, bireyin zihinsel ve davranışsal yapısının kontrol edilerek yönlendirildiğini söyler.
Sosyal medya algoritmaları, iş dünyasındaki performans odaklı baskılar, kusursuzluk yanılsamasıyla bezenmiş modern ilişkiler… Tüm bunlar, özellikle narsisistik eğilimleri körüklerken, borderline, antisosyal ve obsesif-kompulsif kişilik bozukluklarının yaygınlaşmasına da zemin hazırlıyor.
Artık kişilik bozukluğu yalnızca doğuştan gelen veya bireysel travmalarla oluşan bir sorun değil; toplumsal sistemin bilinçli ya da bilinçsiz şekilde ürettiği bir yan etkiye dönüşmüş durumda.
Benim gözlemim ise: İnsan ruhu, tarihte hiç olmadığı kadar kitlesel bir manipülasyona uğruyor. Kimi zaman “özgürlük” adı altında sınırların kaldırıldığı, kimi zaman “başarı” ve “güçlü olma” söylemleriyle empati ve insani kırılganlığın yok sayıldığı bir çağdayız. Bu ortam, bireyin ruhsal bütünlüğünü zedeliyor; kişiliği parçalanmış, duyguları bastırılmış, ilişkileri yüzeyselleşmiş yeni bir insan profili yaratıyor.
Toplumun bu sessiz salgını fark etmesi gerekiyor. Çünkü kişilik bozukluğu yalnızca klinik bir tanı değil; artık sistemin ruhlara işlediği görünmez bir mühür haline geldi.
Belki de asıl soruyu sormanın zamanı geldi: Yeni dünya insanı iyileştirmeyi mi, yoksa onu bozarak yönetmeyi mi hedefliyor?
“Ve belki de asıl gerçek şu: Bu düzenin en büyük başarısı, ruhlarımızı sessizce hastalandırırken bizi sağlıklı olduğumuza inandırabilmesidir. Bugün kişiliğimizi korumazsak yarın benliğimizi kaybedeceğiz. Çünkü yeni dünya artık insanı değil, kontrol edilebilir bir gölgeyi var etmeye çalışıyor.”
Prof. Dr. Kürşat Şahin YILDIRIMER
YORUMLAR