Panoptikon 2.0: Dijital Çağın Görünmez Hücreleri…
“Özgürlüğün en ince çizgisi, gözetlendiğini bilmeden gözetlenmektir.”
“Modern çağın en güçlü hapishanesi demirden değil, veri akışından örülüyor.”
17. yüzyıl Avrupa’sı, bireylerin özgürlüğünü kökten dönüştüren büyük bir gözetim rejiminin başlangıcına tanıklık etti. Fransız filozof Michel Foucault, Deliliğin Tarihi adlı eserinde 1656’da Paris’te kurulan “Genel Hastane”yi bu sürecin bir dönüm noktası olarak ele alır.
Foucault, bu gelişmeyi Büyük Kapatılma olarak tanımlar: Çok kısa bir sürede Paris nüfusunun önemli bir kesimi bu kurumda gözetim altına alınmış, “toplumsal düzenin korunması” gerekçesiyle bireylerin özgürlüğü kısıtlanmıştır.
Bu olay, modern iktidarın yalnızca bedeni değil, zihni de kontrol etmeye yönelen yeni bir gözetim biçiminin ilk adımları olarak görülür.
18. yüzyılda Jeremy Bentham tarafından tasarlanan Panoptikon ise bu yeni iktidar anlayışının mimari sembolüne dönüştü. Merkezdeki gözetleme kulesi, çevresindeki hücreleri görebilir; ancak mahkumlar kendilerinin izlenip izlenmediğini asla bilemezdi.
Bu belirsizlik, bireyleri sürekli kendilerini denetlemeye zorlar, iktidarın en güçlü hali “zihinlere yerleşmiş gözetim” olurdu.
Foucault, Hapishanenin Doğuşu eserinde Panoptikon’u modern toplumun metaforu olarak tanımlar:
“İktidar artık zincirlerle değil, bakışlarla hükmediyor.”
Zamanla bu gözetim biçimi yalnızca fiziksel hapishanelerle sınırlı kalmamış; hastanelerden okullara, fabrikalardan kışlalara kadar hayatın her alanına yayılmıştır.
Bugün ise taş duvarların ve demir parmaklıkların yerini görünmez dijital ağlar, algoritmalar ve veri tabanları aldı. Akıllı telefonlarımız, sosyal medya hesaplarımız, güvenlik kameraları ve çevrimiçi platformlar aracılığıyla sürekli izlendiğimiz bir çağda yaşıyoruz. Konumlarımız, alışkanlıklarımız, düşüncelerimiz hatta duygularımız bile kayıt altına alınıyor. Gözetim yalnızca yukarıdan değil; çevremizden, ekrandan ve en önemlisi kendi ellerimizle paylaştığımız verilerden geliyor.
Panoptikon 2.0, dışarıdan dayatılmış bir hapishane değil; gönüllü olarak içine girdiğimiz bir dijital kafes haline geldi.
Sosyolog Zygmunt Bauman, modern dünyayı “akışkan modernite” kavramıyla açıklar. Bireyler, sürekli değişen sosyal normlar ve teknolojik düzen içinde “özgür” olduklarını zannederken, aslında görünmez ağlarla kuşatılmıştır.
Dijital gözetim, yalnızca bizi izlemekle kalmaz; davranışlarımızı şekillendirir, tüketim alışkanlıklarımızı yönlendirir, düşüncelerimizi çerçeveler.
Gilles Deleuze ise bu süreci “disiplin toplumundan kontrol toplumuna geçiş” olarak tanımlar. Eskiden gözetim belirli mekanlarla sınırlıyken (okullar, hapishaneler, fabrikalar), bugün sınırları olmayan, akışkan, her an ve her yerde olan bir kontrol ağına dönüşmüştür.
Özellikle sosyal medya, bu yeni Panoptikon’un en güçlü aracı haline geldi. Paylaştığımız her fotoğraf, attığımız her yorum, izlediğimiz her video görünmez bir jüri tarafından değerlendiriliyor.
“Beğeniler” yeni çağın ödülleri, linç kültürü ise cezaları oldu.
Foucault’nun “iktidar bedeni terbiye eder” tespitine ek olarak, artık iktidar yalnızca bedenlerimizi değil, zihinlerimizi ve kimliğimizi de biçimlendiriyor. Gözetim, kim olabileceğimize dair seçenekleri bile sınırlandırıyor.
Dijital Panoptikon’un duvarlarını yıkmak kolay değil. Çünkü bu kez gardiyanlar dışarıda değil, içimizde: onay alma isteğimizde, görünür olma çabamızda, başkalarının bakışlarıyla şekillenen kimliklerimizde.
Belki de asıl özgürlük, izlenmediğimiz anları çoğaltmakta değil; bakışların esiri olmadan kendimizi var edebilmekte saklıdır. Modern dünyanın görünmez kuleleri arasında gerçekten özgür olup olmadığımızı sorgulamadan hiçbir “çıkış kapısı” gerçekte açılmayacaktır.
“Gerçek özgürlükten bahsederken bile bile zincirlerimizi parlatıyoruz. Dijital Panoptikon’un gardiyanları artık kameralar değil, biziz. En tehlikeli hapishane, kendi ellerimizle inşa ettiğimizdir.”
Prof.Dr. Kürşat Şahin YILDIRIMER
YORUMLAR